30 Eylül 2015 Çarşamba

Edebiyatın Şölen Sofrası

"Hayata inanmak lazım Hayri Bey. Siz hayata değil Acemaşîrân'a inanıyordunuz."
Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Ahmet Hamdi Tanpınar

Lisedeyken okula minibüsle gidip gelirdim. Çok şey kattı, çok şey öğretti o minibüs bana.
"Okuyun, her yerde, ne bulursanız okuyun. Minibüste, otobüste tıklım tıklımken araç, ayakta durmaya çalışırken örneğin, insanlar kızsa 'Deli mi bu yahu' dese bile okuyun." diyen edebiyat öğretmenime uyarak bol bol okudum örneğin. Çarşı'dan binerken günlük güneşlik olan havanın yükseklerde nasıl kara dönüşebileceğini, her şeyin bir anda değişebileceğini, hayata karşı hazırlıklı olmanın önemini bile sezmem o zamanlara rastlar.

Lise 1'deydim sanırım. Bir gün eve dönerken minibüsteki kanalda  hangisi olduğunu bilmediğim bir radyo tiyatrosu oynanıyordu. Sesler yükselip alçalıyor, radyodan "saat, enstitü, acemaşîrân, yeni, tefekkür, doğu-batı" gibi kelimeler seçiliyor, birileri sürekli saatleri ayarlamanın öneminden bahsediyordu. Hem çok matraktı hem büyüleyici. Hem çok anlaşılmaz hem çok bizden...

İnmem gereken yere geldiğimde oyunun ne olduğunu bilmeden ama sanki Dostoyevski'nin hep bahsettiği ve kahramanlarının hep oturamamaktan şikayet ettiği o şölen sofralarından birinden ne çok ne az yiyerek tam kararında bir doyumla kalktığımı hissettim. Bu şölen benzetmesi şu anda yapabildiğim bir benzetme tabi ki. O an sadece çok etkilendiğimi ayırt edebiliyordum. Uzun süre döndü duyduklarım kafamda. Cümleleri zamanla unutsam da oyunun dilinin verdiği keyfi, deneyimin etkileyiciliğini unutmadım.

Üniversiteye başladığım sene Tanpınar diye bir adamdan bahsettiler, "Doğu-Batı çatışması", "Modernleşme", "Huzur" dediler ve "Saatleri Ayarlama Enstitüsü"nü ödev verdiler. Okumaya başladıkça hem Tanpınar'ın diline hayran kaldım hem de bir şeylerin tanıdık geldiğini hissettim ve minibüsteki o günü, o şölen sofrasını, oradaki doyumu hatırladım.

Dostoyevski'nin "Budala"sında birkaç haftalık ömrü kalmış olan İppolit isyan ederken bir tek kendisinin payını alamadığı bir şölen sofrasından bahseder. Sonrasında da sorar anlatıcı: "Bu nasıl bir şölen sofrasıydı, bu nasıl öncesiz sonrasız bir bayramdı ki çocukluğundan beri hep el edildiği halde bir türlü koşup katılamamış, sofrada yer alamamıştı." Bir arkadaşımla uzun süre konuştuk bunun üzerine. Zaman zaman bizim de hissettiğimiz bu duyguyu, onun nasıl bir şölen sofrası olduğunu...

Fakat bugün Tanpınar'la alakalı bir röportajı okurken o duygunun tam tersini hissettim. Tanpınar'la tanışmamı hatırladım ve benim şölen soframın edebiyat olduğunu ve bir tek o sofradan kararında bir doyumla kalktığımı fark ettim.

"Dil, varlığın evidir." diyor Heidegger. "Felsefede hiçbir şey sözlük anlamıyla kastedilmez" biliyorum ama yine de cümleyi dümdüz okursak Tanpınar'ı da Dostoyevski'yi de her okuduğumda kendimi evde üstelik ideal evimde hissediyorum.

Kendi şölen sofralarınızı bulmanız dileğiyle...



20 Mayıs 2015 Çarşamba

Günlük Yaşamın Seni İşgal Etmesini İstemiyorsan...



"Günlük yaşamın seni işgal etmesini istemiyorsan ey talib, aptal gibi önemli olana değer vermek yerine, abdal gibi değerli olana önem ver!"

5 Ocak 2015 Pazartesi

Zagreb, 05/01/2015



Bazen kafanı kaldırdığında gökyüzü böyledir. Gerçekten böyledir. 

Bir masaldaymış gibi hissettiğin ama gerçekte, çocukluğunda, bilinçle masalsılığı karıştırarak dünyayı anlamlandırmaya çalıştığın o eski zamanlarda, gece anlatılan masalları, yılbaşı zamanı çarşıya kurulan kartpostal tezgahlarındaki yılbaşı kartlarını ve bir kıtalar atlasında gördüğün fotoğrafları zihninde birleştirerek kurduğun bir hayalin kahramanı olduğun anlar var hayatta.